“Kendinde bütün değerleri vehmeden modernliğe bağlılığımız -bir bakıma- fetişin epistemolojik yapısını andırır.” (Wendy Brown)
İmgelerimiz dünyayı anlama ve tasnif etme biçimlerimizin dolaysız yansıması olarak yalnızca kurmaya dair değil, o dünyayı siyasal ve duyusal olarak yeniden yeniden üretme ve bir konumlanma sonucuna varmaya dair de önemli işlevlere sahiptir. Ve imgesel olan çoğu kez, gerçekte olana öncül gelir. Söz konusu siyasal tasarruf olduğunda imgede olan, ideolojide olana biçimler verir. Bu işleme biçimini en dramatik sonuçlarını modern solun, “Doğu sorunu”na bakışında görmek mümkündür.
Batılıya göre ‘Doğu nedir’ sorusunun cevabı; ‘Batı ne değilse’, odur. Bu “olma ve “olmama” saikleri modernliğin ayrıştırıcı işleviyle sınırlı değil, daha çok oldukça geniş düşünme alanlarına sirayet eden ideolojik epistemolojinin, fikir üretme mekanizmalarını ele geçirmesiyle ilgilidir. On yedinci yüzyıldan sonra barut, mikrop ve çeliğin Afrika ve Ortadoğu’da kapitalist olmayan toplumsallığı çitlemede gösterdiği hüner, yeni sömürgeciliğe ilham vermesiyle sınırlı değil; aynı zamanda modernliğe ruhunu veren ilerlemeciliğin, bir ‘dünya düşü’, bir dünya görüşü olarak dünyayı ele geçirmesinde de ilham verici olmuştur. Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde modernlik, kapitalizme içkin olan ne varsa metalara yüklediği anlamla, dünyayı açıklamaya dair epistemolojik hegemonya kuracak ve bunu, aynı zamanda bir yaşam biçiminin açıklamasına dönüştüren kültürel kodları dünya pazarına sürecekti. Bu kodlar, temas ettiği her kültürel-toplumsal dokuyu bozuma uğratıp, toplumsal bölünmeye yol açacaktı. Dünyanın neresinde olursa olsun, içinde yaşadığı toplumun geleceğinden söz eden, bunu modern kodları üreten ilerlemeciliğin saikleri ile anlamaya çalışacaktı. Modern olmayan toplumlarda, modernliğin deneyimlenmesi, paradoksal olarak, ancak kapitalizmin imgesinin o dünyaya girişi ile mümkün hale gelecekti. İlerlemeden ya da ilerici olandan söz etmenin gramerinin, modernliğe çağrı olması, yalnızca tahayyül imgelerinin birer toplumsal form açıklamasına dönüşmesiyle sınırlı olmayan daha belirleyici özelliklere de sahip; bu belirleme, bir tanım sorunu olarak “modern olmayan”ın açıklamasıdır. Ve 19, 20. yüzyılın hiçbir çağda olmadığı kadar insan tanımlaması çağı olarak tarihe girmesi, onu mümkün kılan modernliği kabule dönüştüren insanı yaratmış olmasıyla ilgilidir. Ve 19, 20. yüzyıl hiçbir çağda olmadığı kadar, hangi toplumsal formda olursa olsun insanlar arası benzeşmeyi bu denli mümkün kılmamıştır. Bu bakımdan 20. yüzyılın dünyası, önceki toplumlardan farklı olarak sınıfları; modern, modern olmayan sınıflar olarak tasnif edilmiştir. Modern “sınıf”ın içinden dünyanın geleceğine çağrı yapan ‘ortak akıl’, 20. yüzyılın epistemolojiyle kendini mümkün kılan ideoloji/ler için de kurucu işleve sahiptir. Elbette modern ideolojinin dünyaya “şu”dur demesini referans kılan saik, imgede her daim burjuvaziyi öncül kabul etmekle karşı karşıya gelecektir. Ve bu referansı mümkün kılan tanımlama manzumesi, solda ideolojik alanın çıkmazlarını da oluşturacaktır. Bu bakımdan tarihin burjuva çağı ile mümkün olmuş modern imgenin, burjuvaziyle mümkün olmuş kapitalist dünyanın dışında bir dünyayı imgede kurmadaki tutarsızlığı yalnızca siyasal örgütlenme biçimlerinde değil, eyleme ve mantıksal sonuçlara varmada da belirleyici olmuştur. Solun insan tarihini ilerleme bağlamı ile anlaması kendini karakterize eden kerterizlerin dizilişine bakıldığında bu durum daha da barizleşecektir. Bu durumun başka açmazları da var; “geri toplumsal ilişkiler”, “ileri toplumsal ilişkiler” bağlamı, yalnızca dünyaya, bölenlere ayırarak bakmayla sınırlı değil. Burjuva modern dünyadan nasıl çıkılacağına dair de tutarsızlığı üreten bir akıl oluşturma sürecidir. Solun aşikâr biçimde, burjuva modern dünyaya, daha modern bir dünya, ilerlemeyi süreçleştiren aşırılaştırılmış bir gelecek imgesi; nihayetinde burjuvazinin geliştirildiği üretim araçlarının aşırılaştırılmış hali olan sözde komünizm! Söylenmeli ki dünyayı böyle imgede kurma biçimi, modern durumdan aldığı referanslarla bir yere kadar mantıksal tutarlılık üretir gibi görünür. Çünkü tarihi burjuvaziden öğrenmek, o kurucu sınıfa karşı daha ileri bir toplumsal süreçler dizgesini gerekli kılar. Bu bakımdan sol kendini kurabilmesi için tarihi aşırılaştırmak zorundadır. Bu durum en azından teorik, felsefi ve imgedeki ideoloji açısından böyledir. Ama biz tarihi aşırılaştırma meselesini burjuvaziden zaten biliyoruz. Bu kadar değil; 20. yüzyıl devrimlerinin dramatik biçimde yenilemesini de tam da buradan biliyoruz. Kapitalizme karşı sözde sosyalizmi muzaffer kılma iddiasında olan güçlerin; geleceği üretim araçlarının aşırılaştırılmasında aramasına şaşmamak gerek. Bu yüzden 20. yüzyıl siyasal hareketleri hangi biçimde ortaya çıkmış olursa olsun; daha 1930’larda krizini yaşamaya başlamış ve Dadacıların intiharlarıyla dramatik sonuçlar üretmeye başlamış olan modernliği yeniden üretimine dâhil olmadan öte bir adım gidememiştir.
Coğrafyanın aşırılaştırlması; modernlik
Modern dünyada verili tarihi aşmak için, o tarihin “ileriye” doğru aşırılaştırılması fikrinin önündeki “eşitsiz gelişime nedeni ile?” engel coğrafyadır. Öyleyse coğrafya aşırılaştırılarak, “tarihsel ilerleme”ye dâhil edilmek zorundadır. Sömürgelerin fethi, kapitalist olmayan üretim alanlarının çitlenmesi, sömürge halklarının dillerinin elinden alınması, “medeni” sınıfların inşası, nüfusun seyreltilmesi, modern tüketimin simgesel değer biçiminde yaşam alanlarına sirayet ettirilmesi ve nihayetinde bütün bunları mümkün kılacak durumun meydana gelmesi için aşırılaştırılmamış emek sömürüsü ve ilksel birikimin gerçekleştirilmesi… Ve elbette bunlara eşlik eden aşırılaştırılmış yoksullukla meydana gelen işçileştirme süreçleri, yani eski toplumsal yaşam ilişkileri içindeki insanların işçileşmeye zorlanmalarıyla gelen yeni düzen! Ve tarihte nasıl ki modern işçi sınıfı üretimin aşırılaştırılmasının koşulu olarak ilksel birikimle meydana getirilmişse, dünyanın modern olmayan coğrafyası da bu kaderi işçi sınıfıyla paylaşmak zorunda kalmıştır. Ancak dünyanın modern durum altında modellenmesi için başka göstergelere de ihtiyaç var; modernlik tarihin ve coğrafyanın aşırılaştırılmasını gizlenmek için teknoloji ideolojisi ile ambalajlanmış tüketim söylencelerini, bunların formlarını, görünüş biçimlerini ve nihayetinde metaların “şirin dilleri”ni ve cazibesini ustaca kullanmak durumundadır. Bu da yetmez; modern dünya, imgesel olarak arzu temsilini de kurmak zorundadır.
Modern arzu, modern olamayana bakmaya dair yalnızca epistemolojik bir ayrım gözetmez, arzu bir aşırılaşmanın ön koşulu olarak duygusunu da üretir; dışlama! Coğrafyanın dışlanması ucuz emeğin, madenlerin, petrolün, doğal zenginliklerin, tarımsal habitatın dışlanmasını içermez, doğrudan insanı içerir. Bu dışlamanın ideolojide yeniden üretimi bu ayrımı bir anlama vardırır; “dünyanın gerisi”. Ya da geri-deki dünya!
Türkiye’de devletin kurucu vasfının “ileri olana yetişme”, “gerilikten çıkma” söylencesi üzerine inşa edilmesi; mevcut toplumsallığa karşı modernliğin çağrılması rastlantı değil… Modernleşme ya da siyaset dilinde “Batılılaşma”ya ulaşmak için Türk ordusunun rol model olarak Türkiye’nin kısa tarihine sürülmesi ve ordunun modernliğin öncülü kılınması bir bakıma sömürge tipi modernleşmenin de örneklerini oluşturur. Ancak Türkiye’de devlet eliyle burjuvazi yaratmanın tarihini, yalnızca Türk’ü modernleştirme ile sınırlı olmayan, azınlıkların servetlerinin ellerinden alınmasıyla sonuçlanan süreçler olarak işlenmesini başka türlü anlamak gerek. Azınlıklar, Osmanlı tebaası olarak da, Osmanlı sonrası bakiye olarak da yalnızca servet sahibi sınıfları temsil etmezler, daha geniş toplumsal düzlemde modernliği de temsil ederler. Bu bakımdan Türk’ün modernleşmesi için azınlık modernliğinin heba edilmesi, modern Türk’ün kısa tarihinin başlangıcını oluşturmasa bile ivmelenme sürecini oluşturur. Ha keza aynı durum Ermeni Soykırımı için de geçerlidir. Demek ki modernliğin aşırılaştırma politikaları olarak sömürgelerde işletilmesi, Cezayir, Fas, Mısır ve Türkiye örneklerinde görüldüğü gibi, şiddet ve soykırım aracılığı ile mümkün kılınmıştır. Modernlik inşasının Batı’da da zor dışı -ilerlemenin ritmi içinde- gerçekleştiğini düşünmek oldukça yanıltıcıdır. Batıda modernliğin ya da modernleştirmenin hikâyesi cadı avıyla başlar, sonrası 18. yüzyılda köylülerin topraklarının ellerinden alınmasıyla, kentlerde meydana gelen boş nüfusun, işsizlerin çitlenmesiyle; yani nüfusun zorla işçileştirilmesiyle mümkün hale gelir. Kapitalizmin tarihinin ‘sözde ilksel birikim’e yazılması boşuna değil. Ve modern demokrasinin bahşettiği bütün anlatıları boş gösteren hikâyenin bu birikim biçimiyle siyasal alanda dolaşıma girmiş olması da rastlantı değil. Modernliğin, demokrasinin ve tarihin aşırılaştırılmasının alabileceği mümkün bütün biçimlerin varıp dayandığı yerin faşizmle malul olması da rastlantı değil.
Türkiye’de de solunun canhıraş biçimde modernlik içinde tutunmak için kendine “ilerici menteşe” araması, bizatihi onun varoluş koşullarını meydana getiren ilişkilerle ilgilidir. Türkiye solunun ‘modern ideoloji’ sahibi olarak tarihe sokan itkinin Türkiye’de ‘kurucu Kemalist ideal’in eksiğini gidermek üzere siyasal biçimler alması ironi değil, bizatihi onun gerekçesidir. Ancak bu melankoli, uzun olmayan bir süre sonra öyküsünü üzerine yazdığı Türkiye’nin ‘kurucu ideal’i tarafından şiddet ile tasfiye edilmeyle karşılaştığında, 1970’lerde solun devrimci kanadı belki de bir rövanş arayışı olarak Doğu’yu, Filistin’i işaret edecekti. Ancak solun Filistin macerası, “eylemi”yle sınırlı kalacak, Türkiye solunu modernliğin çocuğu olarak büyümekten alıkoyamayacaktı. Elbette Türkiye solunu kuran ideal, Türk’ün modernleştirilmesi ile sınırlı değil, çağdaşlarıyla arasında benzeşme kurduğu evrensel ilerleyişin bir parçası olma arayışıyla da ilgili. Ancak burada büyük sorun, Türkiye solunu da aşan sorundur; aşırılaşma çağından çıkışı mümkün kılacak arayışın henüz dünyamızı ziyaret etmemiş olmasıdır. Sosyalist geçiş süreçlerinin, komünizmin, modernliğin ve tarihin aşırılaştırılmasının içinde anılması baki iken; komünizmi ilerleme bağlamında kapitalist üretim sürecinin daha modern hali olarak görme baki iken, modern melankoli solu sarıp sarmalamışken bu tartışmaları yapmamanın kendisi de ironi olmalı. Ancak somut bir tartışma bu meseleyi bir yere vardırmaya yardımcı olabilir; Türkiye’nin Doğusu neresidir?
Solda iç coğrafyanın dışlanması; Kürtler, Araplar ve modern olmayanlar
2012’de Suriye’deki savaşta Kürtlerin umulmadık biçimde devrimci durum yaratması, özellikle Kobane direnişinin oluşturduğu simgesel temsiliyet, dünyanın modern habitatının yüzünü bu alana çevirmesi için yeterli oldu. Suriye’de Kürt devrimci güçlerinin manifestosu açıktı! Kürt devrimci güçleri tarafından ideolojik formasyon içinde belli eleştirilere tabi tutulsa da, Batı’nın modern saiklerinin Suriye’de temsiliyeti manifestoya içeriğini vermişti. Bu bir anlamda Suriye’de Kürt devrimci güçlerinin egemen olduğu alanların Batı’nın modern rüzgârlarına açılması anlamı taşıyordu. Yani Batı için Rojava, Arap coğrafyasında modernliğin zaferidir. Ancak Rojava’da başka bir durum daha söz konusuydu; Kürt devrimci güçler yalnızca “modern değerleri” temsiliyetle sınırlı olmayan eylem ve stratejiye sahipti; kapitalizmi aşma iddiası! Bu iddiaya çarpan aynı Batı, bu kez askeri, lojistik, istihbarat desteği ile yüzünü Türk devletine çevirecekti. Ancak durum bununla sınırlı değil; Türkiye’nin iç coğrafyası sayılan Ortadoğu kültürel, sosyal temsiliyet bakımından Türkiye solunun modern ideolojik melankolisi karşısında bir türlü görünür hale gelememesini neye yormalı? Suriye’de iç savaş gibi somut bir anın yankıları sürerken, Kobane bir direniş anını temsil ederken, devrimci küçük grupların desteği dışında Türkiye solu tarafından dışlanmasa bile görmezden gelme tutumunu Rojava’da on yıldır devam eden sürece yayarak devam ettirmesini neye yormalı? Modernliğinin bunalımına mı? Yoksa mevcut gerçekliği kendi dünyasına taşıyıp, onunla hemhal olup Ortadoğu alanlarını kendi evi bilip, her düzeyde tartışmasını yapıp, bunun bilincini örgütlemek yerine, retorik ve jestlerle döndürdüğü cemaat dünyasına kapanarak; son otuz yıldır aşikâr biçimde kendini mağdur edilmiş görüp, mağduriyetinden meşruiyet kurma çabasına mı? Dahası siyasal eylemi tepki ve protestoya indirgeyerek ve bunun aklını örgütleyerek “muhalif kimliğe” sığınmasına mı saymalı? Bunlar elbette, mevcut solun, Ortadoğu gibi modern olmayan alanlara karşı konumlanma biçimlerini açıklamak için yeterli değil. Türkiye solunda, ideolojik olarak modern olmayan coğrafyalara karşı, Batıdan yana ayrıcalıklı konum belirleme biçimleri yeni değil. Batı adabı ya da modernlikle tinsel bütünleşme çabasıyla gelen ‘olma’ hali bizatihi Türkiye’de devlet cumhuriyetinin modernlik karşısında gelgitli akamete uğramasının sonuçlarını üzerine alarak; radikal ilerlemeye işaret etmesi ve kendini buradan açıklaması solun başından beri kendini tanımlama biçimidir. Bu tanımlama saikleri ‘eksik cumhuriyet’in tamamlanması üzerine bina edilmiş eski “cumhuriyetçi” TKP geleneğinden beri mevcuttur. Bu bakımdan Türkiye’nin 1968’i, Fransa’nın ve Almanya’nın 1968’i değildir.
Kırk yıl önce, Kürt devrimci hareketi tarihe girdiğinde, Türkiye solunun refleksleri oldukça manidardır. Coğrafya Türkiyesi’nin modern olmayan “geri” alanının, modern olan alanını devrimci biçimde aşma girişimi karşısında solun yalnızca küçümseyici tavrı değil, inkârcı tavrı da manidardır. Bu tutumun nedenleri var; “ilkeller” yalnızca devletin değil, modernlerin dünyasına da girdiğinde, modern ayrıcalığın işgal edilme duygusu bir refleks biçimi olarak kaçınılmaz olarak Kürtlere karşı kapanmayı getirdi. Taa ki, Kürtler kırk yıllık savaşla edindikleri olanakları, solun modern cenahının önüne seresiye kadar. Ancak Kürtlerin, modernleri kazanma çabaları dramatik sonuçlar yaratarak, liberal modernlere yol vermiş olsa da, yalnızlığından kurutulamadı. Kürt devrimci hareketine, “coğrafya kaderdir” sözünün çarpması, veciz bir sözün dokunup geçmesi değildir. Onun dostlarından mahrumluğu ve yalnızlığı, “çevresinin” ideolojik melankoliyle inşa edilmiş modernliği ile ilgili. İlginçtir, Kürt devrimci hareketi, son yirmi yıldır epistemolojik olarak Batı gramerine yüzünü dönmüş olsa da “coğrafi kader”den kaçamadı. Bu yalnızlığın dramatik sonuçları, Rojava’da meydana gelen devrimci durumla daha da belirgin hale geldi. Rojava, çevresindeki “devrimci” güçlerden mahrum kalarak, hatta Amerikancılıkla suçlanarak, yolunu bulmaya çalıştı. Bunun başka karşılığı da var; Türkiye’nin modern melankolik solu için arka bahçesi, her bakımdan Ortadoğu’dur. Yani dışarıda bir yerdir. Bunun tipik göstergelerinden bir de, solun jargonunda da, ideolojik envanterinde de Batı dışı hiçbir kavrama yer olmaması. Dünyayı modern batı kavramlarıyla anlama ve bu kavramların dünyanın tamamını açıklayıcı güce sahip olduğuna inanma; solda ideolojik sığlığın derinleşmesine, kifayetsizliğe ve savunmacı pozisyona düşmesine neden oldu. Türkiye solu, bir anlamda -modern olmayan ama modernliğin sonuçlarını tüketen kendi toplumunda- modern kuyruğa takılma çabasının bedelini, kendini durmaksızın boşa düşürerek ödemiş oldu; Araf’ta kalma hali.
Geri-ileri ikileminde siyasete arz-ı hâl yazmak
Komünizm, yalnızca evrensel çapta sermayeye ve üretim ilişkisine el koyma ile sınırlı değildir. Komünizm, bizatihi bunların tarihe soktuğu ve mantıksal sonuçlarına vardırdığı sonuçları da ortadan kaldırma dönemidir. Bu bakımdan komünizm, ilerlemenin ve modernliğin aşırlaştırılmış hali değil, sonudur. İlerleme diye bir kavram; üretim araçlarının durmaksızın devrimcileştirildiği durum, sermayenin yeniden üretiminin varoluş koşulu olduğu durum için anahtar kavramdır. Bunun için burjuvazi durmaksızın teşebbüs etmek zorundadır. Teşebbüs her daim bir ereği zorunlu kılar. Erek, ucu açık bir zamana işaret eder. İşte ilerleme, tam da buradan seslenir; tarihi birlikte tırmanalım!
Aslında bu bir bakıma burjuvazinin kendisini tarihselleştirme çabasıdır. Çünkü kapitalizm, varoluş koşulu nedeniyle tarihsel değil, durumdur. Ha keza kapitalizmin içinden seğiren modernlik de bir durumdur. Ancak modernliğin kapitalizmi imgede kurma biçimleri böyle işlemez; modernlik bir durum olduğunu da kabul etmez; bir form olduğunu kabul eder. Böylece modern söylence, imgede amaca dönüşür ve model olarak saikler üretir. Çoğu kez de medeniyet temsilini üstlenir ve normatif söylenceler üretir. Örneğin sivil toplum, yurttaşlık inşası, kişi hürriyeti, hukuk gibi soyutluk, bir kentlilik imgesi olarak işler. Bu kadar değil; modern varsayım modernlik temsiline sahip olan, olmayan olarak, düalist paradigma işletir; çünkü modernlik bir durumdur. Her durum gibi, modernlik de kendi sınırlılıklarını aşamaz. Tıpkı kapitalizmin bir durum olarak kendi sınırlıklarını aşamadığı gibi. Bunun için dünyayı durumun içinde olanlar, olmayanlar olarak işaretler. Ve solun ilerlemeci lensi, buradan dünyaya bakan bir ıraklık açısı kurar; modern imgenin verdiği sufle ile dünyayı açıklamaya girişir, ilerici, ilerici olmayan sonucuna varır! Bu demektir ki sol jargon, sanıldığının aksine kapitalizmden çıkışa çağrı yapmaz; tersine, insanlığı mevcudunun ilerleme haline çağrı yapar. Ancak içinden çıkamadığı ve ideolojik olarak ters yüz olduğu soru şudur; bu ilerleme treni nereye gidiyor? Bu tren, kapitalizmi bir durum olmaktan çıkartıp, tarihsel olmaya götürme varsayımında olan burjuvazinin, evrensel olarak imgede kurduğu bir tren olduğuna göre sol nereye gidiyor?
Solun bu krizli halini anlamak için onun bagajında taşıdığı pek çok kartezyen kavramı ters yüz edip, yeniden düşünmemiz gerekiyor. Modernliğin ve ilerlemeciliğin vahim sonuçları, Türkiye solunu yalnızca modern liberallerle ortak bir dünyanın içine atmakla sınırlı kalmadı; pusulanın şaşması, kapitalizm ötesi ufkun yitimine de neden oldu. Modern liberal paranoya ile gelen sol yasalcılık; ideolojik olarak solu modern ahlaka ve bu ahlak üzerinden siyasete arz-ı hâl yazmaya düşürdü. Adalet, eşitlik, temsil, hukuk gibi varsayımsal modern imgeler; onun inancına dönüştü. Bu bakımdan utangaç Batıcılık, solun ilhamına yön verdi. Ancak unutulan; solun bu melankolik dünyasının içinde işçi sınıfının payına ne düştüğüdür. Modern söylenceye inanacak olursak, bu ilerleme trenini işçi sınıfına sürdürme çabası içinde olan bir sol söz konusu. Ancak işçi sınıfını tarihte ortaya çıkaran ilişkiler gösteriyor ki, işçi sınıfının o trenin raylarına döşemeye çalıştığı dinamit patladığında; solu da hicranlı bir son bekliyor. Yine de uyarmakta fayda var; söylenmeli ki, ideoloji modern söylencenin içinde ne kadar melankolikleşiyorsa (ulvileşiyorsa) o kadar çıkmaz sokağı işaret ediyor demektir.
Ortadoğu’nun kadersizliği coğrafyadan değil; Türkiye solu gibi kendi bir zamansallık kuramamış, kuramadığı için de mekânsallığını yitirmiş Araf’ta bir fenomene sahip olmasıyla ilgilidir.