I. Bahsedilmeye değer bir yaşama doğru
Baskıcı bir mekanizma olarak toplumsal cinsiyete inat aylaklık edelim!
Geçişleri “yeniden doğum” olarak görmek Hristiyanlara cazip gelse de bu gerçekte hikâyenin sadece yarısıdır. Bir geçişe teşebbüs etmek, her dönüşümde olduğu gibi ölüme hazırlanmak demektir.
Geçiş, en azından birçok seyircinin nazarında can sıkıcı bir kopuşun kapılarını açar. Herkesin kendi yolu kendisine ait olsa da bu süreç, herhangi birinin dünyayla nasıl etkileşime girebileceğine dair belirli bir değişebilirliği gözler önüne serer. Hayatta kalıyor oluşumuz, büyük oranda tek bir cinsiyet pozisyonunda kalmak için doğup büyütülmemize rağmen, başka bir pozisyonun iradi olarak benimsenebileceğini kanıtlar. Birçok kişi bu esnekliği ve bunun ifade ettiklerini inkâr etmeyi tercih eder. Ve bu sayede reddedilecek, tanınmayacak ya da yok edileceğizdir.
Geçiş; bizim için eziyetten kurtuluş anlamına gelir, kendi bedenimize zarar vermekten kurtarır, bizi yaşayanlar arasında tutar. Bizden nefret edenler için aynı süreç; kutsalın giysilerini soyar, bütünü bozar, kimliğin en derin kutsal alanını küfrün pisliğiyle kasten yıkar, doğal olanı bulandırır ve apaçık olanı hile ve düzenbazlıkla lekeler.
Kendimizi her fırsatta cesareti kırılmış ve vazgeçmeye zorlanırken buluruz: uzun bekleme listeleri, mesafeli uzmanlar, gür sesli bağnazlar, ballandırılarak anlatılan sözde hakikatler, öz nefret, kökleşmiş dismorfi ve katıksız bürokratik çile.
Geçişlerinden vazgeçemeyecek bizler yeni ve beklenmedik bir yaşam inşa etmekle görevlendirildik. Dünyadaki süremizin geri kalanını, karşılaştığımız kişiler için çarpıcı kalmaya devam etse de bizim için günlük rutin haline gelen bir meydan okumayla doldururuz. Bu yaratıcı yük ahlaki olduğu kadar politik de olacaktır. Bizi ezenlerden merhamet bekleyemeyiz, bu nedenle yaratıcı ve kuvvetli bir şekilde büyüyerek karşılık vermeliyiz.
II. Kendini defnetmek
Çocuklukta geçiş yapmış olanlar, kendileriyle örtüşmeyen bir cinsiyeti bedenselleştirmekte başarısız olmaya harcanmış bir yetişkinlikten bütünüyle korunmuştur. Çocuklukta yapılan geçişlerin artan popülerliği tam olarak bu nedenle gericiler tarafından korkuyla ve translar tarafından umutla karşılanır.
Yetişkinlikte geçiş yapmış olanlar için kişinin eski benliğini terk etme mücadelesi, tahmin edilebilir çatışma noktalarıyla vuku bulur. İşyerleri, partnerler ve aileler çoğu zaman transları kendilerine karşı dürüst bir hayat yaşamaktan alıkoyar. (Kiliseler çoğu zaman bütünüyle terk edilmelidir). Daha önce yanlış bir hayatı sürdürdüğümüz her yerde reddedilme ve bizi yolumuzdan çevirme çabaları olağandır.
Aileleri ele alalım: Kesin bir şekilde reddetmek ve gözü kara bir sevgi sunmak şeklindeki iki kutbun arasında, “yarı kabul edici” ebeveyn olarak adlandırabileceğimiz şey huzursuzca yer alır. Yetişkinlikte geçiş yapanlar, açıldıktan sonra ailelerinin bir “yas” dönemine ihtiyaçları olduğunu söylediklerini bildirir. Zamanında bir oğula ya da kıza sahip olan bu aileler çocuklarının kendilerine açılmasını kendi kayıpları olarak deneyimler.
Bu matemli tepki ne kadar gerici görünürse görünsün, altında yatan bir gerçek var: yetişkinlikte yapılan bir geçiş, merhum personayı ortadan kaldırır ve bir hayatı sona erdirir (Yeni birini başlatıyor olsa da).
Ebeveynler ve geçiş sürecindeki yetişkin çocukları arasındaki tutumlar genellikle acı verici bir çatışma içindedir. Ebeveyn bu haberi yıkıcı bir duyuru ve keder nedeni olarak karşılarken, duyuran için bu ilk kez yaşamanın (gerçekten yaşamanın) habercisidir; varlığını sürdürmekten ibaret bir hayatın, disforinin tektonik sızısı ve bastırmanın hastalıklı tutkalı üzerinde dengesiz bir biçimde katmanlanmış eğreti bir dış görünümün reddedilmesidir.
Bu çatışan bakış açılarının taslağını çizmemizin nedeni kendi pozisyonumuza açıklık getirmektir: Biz trans yaşamından, her birimizden beklenen genellikle zorlu ve daima belirsiz hayatta kalma çabasından yanayız.
Devrimci bir trans siyaset, mücadelelerimizi kopuk ve amaçsız bir savaşlar dizisi olarak değil, gelişen bir bilincin etraflıca ele alınması olarak gören bir siyasettir. Heteroseksüelliğin, cisgenderizmin ve aile mahremiyetinin ortadan kaldırılmasına doğru ilerleyen yeni bir yaşam biçimi. Onu üreten her birimiz için yarattığı fırtınaya değecek bir hüviyet.
III. 21. yüzyılda nasıl hayatta kalınır
Son yıllar, topluluklarımızın büyümesine ve ufkumuzun genişlemesine rağmen geçiş sürecine başlayanlar için birçok zorluğu beraberinde getirdi. Trans kimliklerin “normalleştirilmesine” yönelik her adım öfkeli tartışmalarla karşılanmakta: dilediğimiz gibi var olma hakkımızın retorik olarak reddinden, devletin bürokrasiler tarafından tanınmamızı resmi olarak reddetmeye yönelik önlemlerine, mesanelerimizi zorlamasına ya da başka şekillerde bizi kamusal hayattan uzaklaştırmasına kadar. Sayısız bağlamda bir yeraltı kültürü olarak serpilmeyi başarmış olsak da kamusal ilgi artık bize sert bir şekilde bakarak kendimizi açıkça izah etmeye zorlamakta.
Bugün transların tahlili, bizi köşeye çekilmeye zorlayan bu gayretlere direnen bir eylemlilikle bir arada olmalıdır. Kendimizi açıklamak her zaman bir mücadele meselesi olacak, daima tartışılacak ve amansız bir tekrar gerektirecek.
Geçişe yönelik bilimsel ve teorik araştırmalar, en iyi haliyle her zaman trans siyasetin ardından gelmiştir. Gerçekten de herhangi bir şeyin, o şeyin gerekliliğini üreten koşullardan doğmayan bir incelemesini hayal etmek neredeyse imkansızdır. Genç Karl Marx, köylülerin ateş yakabilmek için kuru odun toplamaya çalışırken öldürüldükleri, çitleme hareketine dair bir kâbus tasavvuruyla başlar. Bu, gelişigüzel bir sanatsal karar değildir; Marx’ın kapitalizm analizinin gerekli önkoşulu, kapitalizmin şiddetinden en çok etkilenen insanların fiili varoluş koşullarıdır. Yeni trans siyasetimiz de çağdaş konumumuzun analiziyle ve bugün bizi imha ile tehdit eden güçler ile yüzleşmekle başlamalıdır.
Trans siyaset olmadan yapılan trans çalışmalar çoğu zaman belirli trans kimliklerin yeterince “radikal” olup olmadığını anlamaya yarayan seviyelerin sınıflandırılması ve ölçülmesi anlamına gelir. Trans yaşamındaki çeşitli kamplar arasındaki farkın derecelerinin analiziyle yetinmekten daha fazlasını yapmalıyız. Bugün hepimiz saldırı altındayız.
Bunu, kanlı şiddetin çoğunlukla tahmin edilebilir hatlar boyunca dağıtıldığını bilerek yazıyoruz: Birimiz, bir cinayet dalgasının işçi sınıfı mahallelerinde yaşayan siyah kadınları hedef aldığı ABD’den yazıyor. Diğerimiz ise, Türkiyeli mülteci ve seks işçisi Hande Öncü’nün öldürülmesinin yakın belleğindeki en korkunç cinayet olduğu Avusturya, Viyana’dan yazıyor. Trans kurtuluşuna yönelik başarılı adımların politik ırkçılık karşıtlığı ve göçmen dayanışma hareketleriyle iç içe geçeceği ön kabulümüzdür.
Trans düşünürler olarak strateji kurarken, örgütlenirken ve güç inşa ederken dikkatimizi ve çabalarımızı karşı karşıya olduğumuz toplumsal koşullara odaklamalıyız. Böyle bir çaba, bize karşı nefretini hiç şaşmadan ifade edenlere, bu nefretin belirli nedenlerine ve niteliklerine ve onların saldırılarından (birlikte) nasıl sağ çıkabileceğimize dikkat kesilmeyi gerektirir.
IV. Günümüz faşistleri için bir saplantı meselesi olarak geçiş
Günümüzün transseksüeli, adeta hayal bile edilemeyecek egzotik bir varlıktan tam teşekküllü bir halk düşmanına dönüşmüştür.
Aşırı sağ son yıllarda, geçiş süreçlerinin normalleştirilmesine karşı çıkmanın, onlara ilham veren temel motivasyon değilse bile bu motivasyonlardan biri olduğunu ileri süren bir yaygarayla meşgul. Bu adamların sabahları uyanıp they/them zamirlerine[1] diş gıcırdattıklarını hayal edebiliyoruz.
Bazı transfobikler komplocudur, oğullarına kimyasal hadım uygulama planları yapan ilericilere karanlık göndermeler yaparlar. “Transgender ideolojisini” kabul ettirmeye çalışan Soros’a, postmodernistlere ve diğer fesat güçlere kızgınca parmak sallarlar. Trans siyasetin tarikatvari olduğunu ve ikna ettiğimiz kişilerin de beyninin yıkanmış olduğunu ilan ederler. Kimileri de trans kapsayıcı biyolojinin yükselişi karşısında, bilimsel yöntemin titizliğinin ve sağlamlığının sulandırıldığı düşüncesiyle ağlayıp sızlar. Hiçbiri de geçiş isteğini akıl hastalığıyla bir tutmaktan çekinmez.
Bu figürleri, kendilerini çoğu zaman göstermeye can attıkları uç ya da düzen karşıtı manyaklar olarak göremeyiz. Gerçekte “Alt-Right”[2] ve onunla bağlantılı hareketlerin, Donald Trump’ın seçilmesi için kışkırtıcı, canlandırıcı ve kararlı bir hareket olduğunu gördük. Transfobi uç bir güç değildir; siyasi hayatın merkezine varmış durumdadır. Bize karşı olan bu nefret, sağın demokratik devleti zapt edişini körüklemiştir.
Brezilya’da da sağın yükselişine, Katolik Kilisesi’nin hâkim olduğu her yerde sağcılar tarafından eğilip bükülebilen entelektüel bir hakaret olarak kullanılan “toplumsal cinsiyet ideolojisine” karşı kışkırtmalar eşlik etti. Brezilya’da buna karşı yürütülen kampanyalar arasında Judith Butler’ın ilgisiz bir konferansa katılmak için yaptığı kısa ziyaret sırasında sağcı protestocuların kendisinin temsili bir kuklasını yakması da vardı. Antifeminist ve antiqueer karşı tepkinin yeni bir aşamasının başlamış olduğu açık: Popülistler, çok daha geniş bir sağ kapitalist ajandayı ileriye taşımak için transları tahrik edici unsur olarak kullanıyor. Kan dondurucu vahşetteki trans kadın ve travesti cinayetleri silsilesi, bu amaca yönelik şiddet yağmuruyla örgütlü heteroseksizmin yükselişini sarıp sarmaladı. Seçimle göreve gelmiş yetkililer, din adamları ve gönüllü katiller, hepsi mevcut cinsiyet düzenini korumak için gerçekleşen bu acımasız eylem dalgasının bir parçasıdır.
Transların, aşırı sağın yaratık imgelemindeki kışkırtıcı unsurlar arasında yalnız olmadığını söylememize gerek yok. Burada göçmenlerle bir arada yer alıyoruz (ve elbette sıklıkla aynı zamanda göçmeniz de). Hem göç hem de geçiş, aile ve ulus için ciddi bir tehdit olarak resmediliyor.
Transların ve göçmenlerin aşırı sağ için bir saplantı meselesi olma şerefine nail olmakta ortaklaşmaları tesadüf değildir. Geçiş de göç de ulusal tasavvurların bireysel olanlarla kesiştiği kavşakta yer alır.
Faşizm, ulusu, faşistin bedeninin bir uzantısı olarak tasavvur eder; onun gücü, onun erdemi, onun kimliğinin ve dünyadaki yerinin hegemonyası. Bu kurgu, kendi bozuk mantığını gizlemek için çok uğraşmalıdır ve bir trans bir tuvalete her girdiğinde bocalar.
Hem göç hem de translık tutarlı bir ulus-beden ilişkisi kurgusuna sekte vurur ve onu tehdit eder. Göçmenlerin coğrafi olarak yerlerinden edilmesi, ulusal sınır ve ulus kimliği fikri hakkında kuşku uyandırır. Geçiş, bedensel düzeyde bir kriz üreterek ve dolayısıyla beden, aile ve devlet arasında doğal ve muntazam bir ilişki olduğu fikrini tehdit ederek hakareti ikiye katlar. İkisi de sağ için bir toplumsal yeniden üretim krizidir.
Bu arada birçok trans için göç etmenin iki yönü vardır: Köklerinden uzaklaşma ve güvenli olmayan koşullardan kaçış, ama aynı zamanda kimsenin eski adını ve yüzünü bilmediği bir ülkeye (ya da yabancı bir şehre) taşınma şansı. Hayata yeniden başlamak için hem coğrafi hem de toplumsal cinsiyete dayalı sınırları aynı anda aşanlar, sağ için iki katı büyüklükte bir tehdit oluşturuyor.
Geçişe yönelik öfke ve göçmenlere yönelik yerlici düşmanlık, sömürgeci imtiyaz gücünün tarihsel ve süregelen kullanımıyla yakından ilgilidir. Sömürgeci devletler, belirli bir yurttaş kesimine devletin gücünü pekiştiren kimlik kategorilerini benimsemeleri karşılığında kısmi içerilme vadetti. Irk düzleminde istekli beyazlar (göçmenler dahil), siyahlar ve yerli halk pahasına beyazlığı bir sınıf işbirliği olarak kullanmakta ve kabul etmektedir. Cinsiyet düzleminde ise translar, bu ödünç alınan güç kurgusunun vuku bulduğu ve sıradanlaştığı memleketin düzenini bozar.
Geçiş yapmak, ödünç alınan bu güçten “vazgeçmek”, onun değerini sorgulamak ve geçerliliğine meydan okumaktır. Göçmenlerin bütünüyle insan olduklarını ve gıda, huzur ve bir yaşam hak ettiklerini kabul etmek, kapitalist birikimin yerinden edilmiş travmasını ve bunun insanlar ve dünyamız üzerindeki etkilerini üstlenmek demektir. Her iki durumda da aşırı sağ ideolojiyi bir arada tutan soyut ve özcü tanımları aksi bir biçimde tehdit eden bir maddi gerçeklik patlak verir.
Sınırların “doğal” kalabilmesi için yalnızca istisnai durumlarda aşılabiliyor olmaları gerekir. Sağın el üstünde tuttuğu vatanperverlik ve natalizm[3] için translar ve göçmenler istenmeyen ucubeler olarak kalmalıdır.
Varlığımız, gündelik hale gelmiş beyaz üstünlüğünün ve milliyetçi projenin bütünlüğünü tehdit ettiği sürece bu gücün aşındırılması, kesişimsel trans siyaset için hem gerekli hem de arzu edilen bir faaliyet alanıdır.
Feminist araştırmacı Sara Ahmed, ırksallaştırmanın ve transfobinin bu ortaklığına, her ikisine de çekiçle vurma [hammering] adını vererek değinmişti: Asla durmayan ve bizi her an yavaş yavaş yok etme tehdidinde bulunan un ufak edilişimiz. Ahmed, Batı’da yaşayan ve beyaz olmayan bir kadın olarak, kamusal hayata katılmaya çalıştığında şiddetini arttıran aralıksız baskılarla nasıl karşı karşıya kaldığını anlatıyor. Özellikle Müslüman kadınlar öngörülen bir korkular yumağıyla karşı karşıyadır: Toplum eleştirilerinde çok “radikal” olmaktan kaçınmak, ancak şamar oğlanı olmadıklarını açıkça gösterecek bir tavır takınmak. Direngen ama ılımlı, iddialı ama uyumlu olmak. Aynı şekilde transfobik baskılar ve disfori de deneyimlerimizde katılaşarak bizi sıklıkla hareketsiz bırakır. “İmkânsız isteklerin” muhafazakâr eşdeğerine göğüs gereriz.
Ahmed’in hakkıyla tanımladığı “yarenlik” bugün trans siyaset tarafından benimsenmelidir. Topluluğumuz içinde nasıl farklar olursa olsun, hedef tahtasına konulmuş diğer kitlelerle nezih toplumun ve devletin geleneklerine direnmek konusunda ortak bir çıkarı paylaşıyoruz. Geçiş yapmaya teşebbüs eden herkesin içinde bulunduğu şartlara dair bir bilinç geliştirmek, kurtuluşumuz yolunda atılacak ilk adımdır. Fakat içinde bulunduğumuz durumun kendine has niteliğini hatırlamak, benzersiz bir durumda olduğumuzu ilan etmek değildir. Sokak tacizi, arzunun politikası (akşam olduğunda hasret çeken ama öğle vakti sokakta birlikte görülemeyeceğiniz aşıklar) ya da doğurganlık gibi sorunları düşündüğümüzde, transların kendine has niteliğinin hiçbir zaman o kadar da kendine has olmadığını fark ederiz. Kendi toplumsal koşullarımızın öteki azınlıklarınkiyle şöyle bir karşılaştırılması bile sayısız ittifak ve diyalog olanağını ortaya çıkarabilir.
Bu uğraş halihazırda devam ediyor ve elde ettiğimiz bölük pörçük kazanımlar bile sağın tarifsiz hakaretlerine yol açıyor.
V. Kamusal hayatta trans
Gericilerin translara yönelik yoğun hakaretlerinde ortaya çıkan şey, deneyimimizin kendine has niteliğidir. “LGBT’nin” stratejik kullanışlılığın vazgeçilmez kalemlerinden biri olduğu açık olsa da translar, kendilerini bir şekilde beyan etmekten kaçınamamalarıyla ayrışıyor. Geçiş yapmak “açılmak” anlamına gelir. Bu da saygınlık siyasetine girişimize bir sınır getirir.
Bu yüzden translara öylece “tahammül etmek” kolay değildir, çünkü kurtuluşumuz gündelik düzeyde dolaysız bir kabulü gerektirir: Bir veri tabanındaki doğru bölüme konulmaktan hitap şekillerine kadar. “Kapalı kapılar ardında ne haltlar karıştırdığın umurumda değil” birçok eşcinsel için neredeyse işe yarar (ki bu neredeyse de başlı başına bir işkencedir), fakat bu trans siyaset için umutsuz bir girişimdir.
Normatif çekirdek aile modellerini ve kapsayıcılık söylemini benimsemek, demografik olarak tahmin edilebilir bir natrans queer azınlık için işe yarayabilecekken, asimilasyoncu kimlik stratejilerine katılmaya en hevesli translar bile bedenlerinin ve beyanlarının isteksizce radikalleştirildiğini görecektir. Kimliklerimizin normalleştirilmesini ne kadar hasretle beklesek de geniş kitle için bahsimiz bile egzotik bir esinti olarak kalmakta.
Hem liberal kapsayıcılık projeleri için hem de faşistlerin saflık takıntısı için hazmedilemez bir aksaklığız çünkü dışlandığımız yapıların ta kendisinin iç tutarlılığını görünür bir biçimde bozuyoruz.
Öyle ya da böyle, geçişler her zaman kamusal olarak yaşanmak zorundadır. Toby Beauchamp, gizleme ve açığa vurma konusundaki çelişkili yükümlülüklerin, transgender kimliğinin önemli bir bileşeni olduğuna dikkat çekiyor. “Transların, geçiş süreci vesilesiyle, sanki hiç transgender olmamışlar gibi doğuştaki cinsiyetlerine dair tüm atıfları yok etmesi ve normatif olarak cinsiyetlendirilmiş dünya içinde öylece kaybolmaları beklentisi”; ABD’de seyahat eden transgender yolcuları İç Güvenlik Bakanlığı’nın dikkatine takılmamaları için beyanda bulunmaya teşvik eden hak savunucuları örneğinde olduğu gibi, “stratejik görünürlük” talepleriyle çakışıyor. Bu çelişki; ırkçılıkla, yurttaşlık fikirleriyle ve ulusal sınırlarla kesiştiğinde daha da akıl almaz hale geliyor.
Buradan çıkarmak istediğimiz sonuç; diğer queerlerle iş birliğimizde onların yerini bilmesi, “cisgender ayrıcalıklarını” kabul etmesi, ya da maruz kaldığımız sistemik ezilme karşısında uysal ve edilgen kalması gerektiği değildir. Astlara değil, yaratıcı ortaklara ihtiyacımız var.
Baskıları yarıştırmak yerine heteroseksüel rejimin taleplerinin her queer için ne şekilde gerçekleştiğini gözlemlemeliyiz. “Hetero gibi davranan” (sözde sokakta kaba ve sertçe dolaşan, sadece yatak odasında açıkça eşcinsel olan) gey erkeğin sıradanlaşmış fetişizminden (tıp uzmanlarının denetiminde, muntazam bir doğrusal yörünge izlemeyen tüm geçişleri kınayan) tenkitçi ve kendini ikili cinsiyet sistemine adamış transseksüelizmin yaşlı kurtlarına ya da kendini “queer değil lezbiyen” olarak tanımlayan ve gösterişsiz bir saygınlığın sınırları dışındaki tüm sapphic[4] dışavurumlara kaş çatanlara. Tüm bu durumlarda LGBT toplulukları içinden bize dayatılan arzular ve idealleştirilmiş biçimler, tamamıyla heteroseksüel rejimin bizden beklentileri etrafında şekillenmektedir. Bu baskıcı uğraşlar dizisini (Masc4Masc[5] estetiğinden transmedikalizme[6] kadar) “sapkınlığın yönetimi” gayreti olarak adlandırabiliriz.
“Saygınlık siyasetinin” her çeşidi, yalnızca sürdürülmesinde pay sahibi oldukları cinsiyet düzeni ve kapitalist ekonomi ahlaksız olduğu için değil, aynı zamanda bunlar sahte pazarlıklar olduğu için reddedilmelidir. Biseksüelliğimizden ne kadar dikkatli bir şekilde mahrum kalırsak kalalım, campliğimizden[7] ne kadar ödün verirsek verelim kurtuluşumuza giden ılımlı bir yol yok.
Kendimize dair queer bilincimiz genişledikçe, mevcut sistemde rahat ettiğimiz durumları alt üst edecek ortak çıkarımızı tekrardan öğreneceğiz.
Biz, transseksüellik korkusunun kökenini homofobide arayan İtalyan gey komünist düşünür Mario Mieli’den tarafız. Bir rejim olarak heteroseksüelliğe direnmek konusunda tüm queerlerin ortak bir nedeni var. Trans siyaset, queer siyasetin bir çeşididir ve diğer queerler akranımız ve kardeşimizdir.
VI. Yaşlanmak ve asimilasyon
Şimdiye kadar elde ettiğimiz başarılar öyle girift sorunlar ortaya çıkardı ki bu sorunları henüz ele almaya başlayabiliyoruz.
Şu iki transı ele alalım: İlki on yıldır testosteron kullanıyor, şu an 27 yaşında ve büyük oranda ön kolunda uzanan yara izini kaba bir biçimde sorgulayacak birkaç kişiye nasıl cevap vereceği konusunda endişeleniyor. İkincisi altmışlarına yaklaşmış bir trans kadın ve emeklilik birikimlerini ne kadar tüketirse tüketsin, durumunun karşılaştığı kişiler için besbelli kalacağının çok iyi farkında.
Trans kültürü genişledikçe bu iki kişiden hangisinin daha çok “normalleşmesini” (ya da en azından sayıca artmasını) bekleyebiliriz? Cevap elbette ikisi de.
Trans siyaseti, trans deneyimlerine aşinalığı artırmayı başarsa da ve bu anlamda geçiş yapmanın risklerini “azaltsa” da bu daima pürüzlü süreç göz önüne serildikçe yeni fırsatlar ve ihtilaflar ortaya çıkacaktır. Çocuklukta yapılan geçiş fenomeninin, bir tanımlayıcı olarak “trans”ın istikrarını yerle bir edeceğini söylemenin cazibesi, analiz çalışmasını bir dönüm noktasıyla karıştırır. Geçiş sürecini çocuklarını yetiştirmenin bir yönü olarak kabul etmeye hazır ebeveynlerin artışı cesaret verici olsa da, bu, trans olmanın maddi koşullarından kesin bir kopuşu temsil etmiyor ve özellikle de ezilişimizin öteki ezilmelerle nasıl bir arada olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Gericilerin tepkisi bu bulanık sularda bize güçlü bir ışık sunmakta: ABD devletinin nazarında yukarıda bahsedilen iki kişiden hangisinin daha meşru olduğu sorusuna yanıt: “Hiçbiri”. Ve biliyoruz ki bu resmi ilke, yetişkinlikte yıllar süren bastırmadan sonra yapılan geçişle ergenlikte yapılan geçiş arasındaki pratik farklarla epey ilgisiz bir biçimde varlığını sürdürüyor.
Bu soruları ele almak, asimilasyon seçeneğinin translara yalnızca rastgele sunulduğunu bize hemen gösterir. Ne kanaatte olursak olalım gerçek şu ki heteroseksüel düzene sadece çok küçük bir azınlık sorunsuz bir biçimde “karışabilecektir”. Genomun cilvelerinden büyümeye dair (sadece ebeveynlerin şefkati ve kabulünden değil aynı zamanda nerede büyüdüğünüzden kaynaklanan) farklara kadar şartların kendine özgü durumu, bizi heteroseksist normlar karşısında oldukça farklı konumlara yerleştirir.
Burada yeni bir trans siyasetin önündeki acil görev, bağlamsal kopukluğun bu bariz çatlakları boyunca çalışmaktır. Güvenliğimiz için kazdığımız dar oyuklarımızda sürekli ortaya çıkan sayısız yerel deyim ve durmadan değişen geleneklerimiz arasında yapılması gereken hayati bir çeviri işi var.
“Çeviriden” bahsedişimiz güncel trans siyasetin (özellikle çevrimiçi) temasını yansıtmakta. Zorlu ve giderek kötüleşen sorunlar karşısında birçok aktivist, devrimci faaliyetle değil yalnızca dil reformuyla meşgul olmakta.
Trans topluluklarında dil kullanımına yönelik mücadelelerin, genç ya da topluluğumuza yeni katılan üyelerin kapsanması ve sağ kalmasına dönük çabalarla sıklıkla çatıştığını görürüz. En absürt halinde hararetli satırlar tipografinin tuhaflıklarına odaklanır: bir sene asterisk[8] kullanımı istenirken öbür sene bu kınanabilir. Taze yasaklanmış terimler ve neolojizmler karmaşası; sürekli bölünmelere, analiz ayrışmalarının ve ona eşlik eden deneyimlerin kıyaslanamaz oluklara saplanmasına neden olur. Bu değişken zamanı geçmiş deyimler ve gaflar bütünü acımasızca denetlenebilir fakat çoğu zaman bu, dilin kesinliğine, görünüşte o dili üreten ihtiyaçlara, sevgiye ve arzuya verdiğinden daha çok önem verir.
Travmanın, bireyler ve topluluklar olarak üzerinde çalıştığımız şeyin somut bir bileşeni olduğunu sıklıkla unutuyoruz. Dayanışma çabalarının yerini bir jargon züppeliği almış durumda. Her zaman bu çevrelerin dışında kalan, kabul edilebilir söylemin ince ayarlarının ötesinde yaşayan ama yine de hem eziyet gören hem de transseksüel kurtuluşuna yönelik herhangi bir kampanyaya çok şey katacak birçok kişi olacak.
Son on yılda üzerimize salınan şiddete uygun yeni bir trans siyaset, tabirlerimizi kendi içinde bir amaç olmaktan ileriye taşımalıdır. Eğer birlikte hayatta kalmamız için gereken buysa, bir düzine dilde ustalaşmayı öğrenmeliyiz.
VII. Trans Dayanışması: Bir yeniden bağ kurma siyaseti
Benlik kopuşu (disosiyasyon), daha iyi bilinen ikizi disforiyle birlikte yaşamlarımızı ve topluluklarımızı şekillendirir, dünyayla olan etkileşimlerimize nüfuz eder, bakış açımızı perdeler ve sıklıkla birbirimizden uzaklaşmamıza neden olur.
Disosiyatif eğilimler hem transların bireysel benliğini hem de bu şimdiki andan uzaklaşma eğilimi birbirimizin arasına girdikçe topluluklarımızdaki dinamikleri şekillendirir. Bu, güncel trans kültüründe iyi bilinen bir eğilimdir. Imogen Binnie’nin ilk romanı Nevada’nın ana karakteri Maria’nın birlikte yaşadığı kız arkadaşı, kendisinden dürüst bir yanıt alabilmek için son çare olarak onu terk eder. Hikâyenin ilerleyen kısımlarında Maria’nın internet ustası bir aktivist olarak, geçişe yönelik dürtüyü itinayla görmezden gelmeye kendini adamış ve kimseye açılmamış genç bir “adamın” (James H) dikkatini çekmeye çalıştığını görürüz. Maria’nın cilalı konuşmaları ve ezberden blog yazısı okuyan monologları ortadaki sorunu tekrar ve tekrar ıskalar, zira James H bariz olanla yüzleşmekten kaçmak için bir marihuana sisine ve garip çevrimiçi kültürlere gömülmüştür. Gerçek bir diyalog kuramayan ya da kısa anlar dışında karşısındakine gerçekten odaklanamayan ikili, birbirine temas etmekte rahatsız edici bir biçimde başarısız olur. Romanın sonunda anti-kahramanımız Maria, etrafında olup bitenlere ilgisiz bir biçimde bir kumarhane slot makinesine para atarken, James hala ikna olmamış bir biçimde onunla teması keser.
Binnie’nin anlattığı hikâye, travmaya verilen kökleşmiş yanıtlardan kaynaklanan temas edememe halini ahlakçı bir yerden ayıplamak şöyle dursun, uzaklaşma ve kenara çekilme kabiliyetinin gelişimsel değerini vurgular. Geçişe başvurmadan büyüyenler için etrafta olan bitene karşı sisli bir mesafe, güvenilir bir yatıştırıcı olabilir. Transın hayatta kalması kendini belli eden bir hissizliği gerektirebilir. Geçişe başladıktan sonra da bu yaşam boyu sürmüş vaziyetten kurtulmak, şimdiye kadar hayatta kalmaya yaramış bir araç olduğu için zor olabilir. Disosiyasyon büyük bir gelgitin ardında kalan enkazdır.
“Disosiyasyon” hakkında konuşmanın burada bahsetmek istediğimiz belli bir çifte anlamı var: bu, ilk başta dünyadan ve hislerden uzaklaşmaya dair bireysel bir durum olarak anlaşılabilir. Ama bunun etkileri aynı zamanda ortaklaşa yaşanır: yoldaşlığı ve başa çıkmamıza yardımcı olacak olası kaynakları, bu kaynaklar suratımıza bakıyorken bile gözden kaçırmamıza neden olan gözlerdeki donukluk ve kurduğumuz bağlantılardaki muğlaklık.
Bugün trans siyaset, bir yeniden ilişkiye sokma [reassociation] ve bastırmanın hala üzerimize yapışmış kötü sonuçlarından kurtulma çabasını gerektiriyor. Bu bir uzlaşma hamlesidir, daha sert dönemleri atlatmamıza yardımcı olmuş aşırı bireyselleşmeden yavaşça uzaklaşma hamlesi.
Bu proje Sara Ahmed’in “yarenlik” terimiyle ya da eski moda “dayanışma” tabiriyle tanımlanabilir. Birbirimize yarenliğimizi geliştirmek için, geçişin hayatlarımızı nasıl şekillendirdiğini yaratıcı ve heteroseksüel rejimin kaba muamelelerine ve kapitalizmin mücbir şartlarına direnen bir ruhla incelemeliyiz. Transları birbirinden uzaklaştıran ayrımları basitçe yeniden ifade etmekten daha iyisini yapmamız gerekiyor. Yaşayabilmemiz için bu ayrımları ortadan kaldırmanın vakti geldi.
Trans toplulukları ihtilaflar ve farklı deneyimler açısından zengindir ve çocuklukta yapılan geçişler arttıkça, yedek işgücü ordusu dramatik bir biçimde büyüdükçe ve servet kuşaklar arasında daha da eşitsiz dağıtıldıkça bu ihtilaflar ve farklı deneyimler elbette artacaktır. Yine de ABD’de ve Brezilya’da devlet transfobisine yöneliş, geçişini bürokratik kapitalist devletler karşısında yapmak zorunda olan herkesin çok uzun süre birbiriyle dayanışmak için sağlam bir temele sahip olacağını gösteriyor. İçinde bulunduğumuz an bizden bunun çok ötesine geçmek için çabalamamızı gerektirmekte: kurtuluşa dair, gericiliğe karşı savunmacı manevralar etrafında değil devrim olasılığı etrafında şekillenen, olumlu bir ortak çıkar duygusu geliştirmek.
Muğlaklık dalgalarının, duyulara karşı hissizleşmenin bizi uğrattığı sansürün üstesinden gelmenin ve gerekirse birbirimizi gerçekten duyana kadar feryat etmenin zamanı geldi.
VIII. Savunmasızlığımız, sağ kalışımız
Kaybetme korkusu; karşılık verme, kendimiz ve başkaları için daha yaşanabilir bir gelecek inşa etme çığlığını bastırır. Çalışmak ve açlığın bitkinliği düşüncelerimizi bulandırır ve öfkemizi suskunlaştırır.
İmkânı olanlar dayanışmayı sıklıkla asimilasyonun konforuna değişir: polis çevirmesinde daha az endişe, havalimanlarındaki normal üst aramasını birinci sınıf seyahatle atlatma, daha iyi ücretli bir iş ve buna uygun “hoş bir mahalle”, aşağılamayan ya da iki yıllık bekleme listesi olmayan doktorlar, okulda, kamusal alanlarda, işte ve evde yerleşik cinsiyet rollerinin gücü.
Tam olarak bu nedenle en devrimci topluluklar, tek seçeneğin değişim ya da ölüm olduğu hayatta kalmanın sınırlarında ortaya çıkar. Philando Castille güvenlik satın alamadı. Tonya Harvey güvenlik satın alamadı. 1929’da Kuzey Carolina’daki Loray Mill işçilerinin çocukları güvenlik satın alamadı. Marsha P Johnson güvenlik satın alamadı. Tamir Rice güvenlik satın alamadı. Ally Lee Steinfeld güvenlik satın alamadı. Tijuana’da öldürülen Honduraslı isimsiz gençler güvenlik satın alamadı. Damgalanma, eylemsizlik, ilaç fiyatları ve ırkçılık nedeniyle AIDS’den ölen milyonlar güvenlik satın alamadı. Sınırda çocuklarıyla hapsedilen ve ölüler arasında sıkışan hamile kadınlar güvenlik satın alamazlardı. Asimile olmaya yönelik şiddetli talep, intiharın ıstırabı ve bastırmanın sessiz ölümü arasında kalan yetişkin ya da çocuk trans güvenlik satın alamıyor.